Sene 1975… Deli Seyit'in Alamanya'dan ilk izne gelişi… Akşamdan açık mavi steyşın Opel'le köye girmiş, soluğu Iraz Ana'nın evinde almıştı. Hazine sandığı gibi bavullar açılmış, gecenin ikilerine üçlerine kadar, köyde o zamana kadar bilinmeyen ne varsa ortalığa saçılmıştı: Hindistan cevizli, fındıklı çikolatalar, tıraş makinesi, sallama çay, Nescafe, kokulu sakız, Nivea krem, Schauma şampuan, balerinli müzik kutusu, pilli kedi ve ben. Ha, bir de Gülizar'a Alaman işi kat kat elbise. Bayram etti Şaşı Gülizar. Onu çıkar, bunu giy; bunu çıkar, şunu giy!.. Hele eltisi Pakize'nin önünde o dönmeler yok mu; aaah ah Gülizar, çatlattı kadıncağızı! Bir de bavulun dibindeki siyah bluzu küçük parmağında sallayarak, "Bunu beğenmedim Seyit'im; simsiyah, içimi kararttı; Pakize'ye verelim, gitsin." demesin mi! Zaten kara bulutlar gibi dolmuş Pakize, demir yaylı karyolaya çaprazlamasına atlayıp muslukları açıverdi. Kocasının Kıbrıs çıkartmasında ölümünden beri hiç bu kadar ağlamamış Pakize. Allah'tan araya Iraz Ana filan girdi de biraz sakinleşti küçük gelin. Gelinlerin hırıltısı zırıltısı kesilince lafı Seyit aldı: "Evropa şöyle, Evropa böyle… Bizim buralar gibi tembellik yok ha gâvurun memleketinde. Karılar bile gece gündüz çalışıyor. Kocaman kocaman apartmanlar, meydan gibi yollar… Adamların sokakları bile tertemiz; bal dök, yala. Kimse kimsenin kuyusunu kazmıyor orada, herkes kendi işine bakıyor; adamlara gâvur mavur diyoruz ama gâvurluğun büyüğü bizde…" Sabahleyin yine Alamanya muhabbeti. "Adamlar bizim gibi çayla çorbayla iki saat kahvaltı etmiyor anacığım orada. Erkenden bir çıkış çıkıyorlar evlerinden; ondan sonra fabrikada bir fincan kahve, al sana kahvaltı. Tatil zamanlarıysa bizden de uzun yapıyorlar. Porselen çaydanlıklarda çaylar, kahveler; kızarmış ekmekler, böyle kâğıt gibi dilimlenmiş peynirler, çekirdeği çıkarılmış zeytinler, sucuklar, mucuklar…" Kahvaltıdan sonra beni koluna taktı Seyit. Kulağımı burkup, antenimi çekti. Sonra da gondol gibi sallana sallana doğru kahveye… Tabi bende bir heyecan… Kolay değil; ilk kez Türkçe yayın yapıyorum. Küçük bir kanun taksimi ardından spiker başlıyor: "Ses ve Saz Dünyamızdan… Hazırlayan: Ali Rıza Avni… Programımıza Sadettin Kaynak'ın hicaz bir eseriyle başlayacağız…" Olamaz; herkes bu tarafa bakıyor. Yoksa ilk kez mi radyo görüyorlar? Yaklaşıyoruz, yaklaşıyoruz… Kahvenin tahta sandalyelerine iki ters bir düz oturmuş keyif çatan köylüler görüyoruz. Kimi yan yatmış kasketleri altından şaşkın gözlerle bu tarafa bakıyor, kimi de dudağında iğreti iğreti tutunmaya çalışan kısa Samsun'un yanından yanık bir tebessüm atıyor. Derken öndekilerden biri atılıyor: "Ne o len Seyit, gaymakam gibi olmuşsun!" Arkadakiler devam ediyor: "Ne gaymakamı Salih Emmi; vekil olmuş, vekil." Seyit'in yürüyüşü bile değişmişti azıcık yağlamayla. Geniş yakalı, körüklü cepli, kolunda hâlâ etiketi sallanan ekose ceketi, ceketinin üst cebinden sarkmış naylon mendili, mor tüylü fötr şapkası, pijama çizgileriyle kuşatılmış sarı gömleği, yeşil üstünde pembe güllü, koca boğumlu kravatı, kalıp gibi Alaman gabardininden düz cepli, İspanyol paçalı pantolonu, paçasından neredeyse yarım santim sarkmış ekstraforu ve bu köyün yollarına göre yapılmadığı üstünde yazılmayan ama bir bakışta anlaşılan sandaletleriyle bizim Deli Seyit doğrusu çok cafcaflı duruyordu. "Buyur otur şöyle Seyit; hoş geldin, safa geldin; yediğin, içtiğin senin olsun, hele anlat bakalım, şu Alamanya nice memlekettir?" Bir taraftan ben, hicazı bitirip nihaventlere, uşşaklara geçerken bir taraftan da Seyit başladı Alamanya muhabbetine. Sıranın bana gelmesi uzun sürmedi. "Bu nedir böyle Seyit, ıradyo gibi?", "Ne demek ıradyo gibi ağa, basbayağı ıradyo işte!.." Herkesin elinde şöyle birkaç tur attıktan sonra Seyit'e döndüm. Antenime bir fiske atan Seyit, azıcık da böbürlenerek anlatmaya başladı: "Bu bizim bildiğimiz ıradyolardan değil gardaşım; buna bizim Alamanya'da kol Filipis'i diyorlar." "Nasıl yani, kol Filipis'i Seyit?" "Canım bu Filipis dediğim, aha bunun fabrikasının adı. Adamlar kollarında sallaya sallaya dolaşsınlar, hemi de şarkı neyim dinlesinler diye böyle bir şey yapmışlar; adına da kol Filipis'i demişler. Valla işte güçte Filipis, çarşıda pazarda Filipis, gezmede maçta Filipis…" Alamanya'ya dönesiye kadar Seyit'in kolundan çıkmadım. Giderken beni sıkı sıkı tembihlediği Gülizar'a emanet etti. "Aman ha Gülizar, çocuklara neyim vereyim deme, biliyorsun bunlar hassas aletler. Bozuluverse bilmem kaç mark…" "Sen hiç merak etme Seyit'im, gözüm gibi bakarım. Hadi yolun açık olsun. Aklın burada, bende, çocuklarda, Filipis'te filan olmasın!.." Seyit'e söz verdi ya Gülizar; vermez olaydı. Sandık diplerinden çıkamadım bir iki ay. Sonra bir gün çıkardı beni sandıktan Gülizar. Örgücü Neriman'a götürdü. Neriman her bir şeyi örerdi: Paspas, masa örtüsü, yatak örtüsü, çaydanlık kılıfı, oyuncak bebek, arabaların arkasına dörde bölünmüş karpuz… Örgücü Neriman bana kırmızı orlon ipten sıkı bir kılıf ördü. Düğmelerimle antenimi açıkta bıraktı. Hanım çantası gibi bir askı yaptı. Kılıfın ön tarafına da siyah iple, büyük harflerle işledi: FİLİPİS. Gülizar beni Seyit'in büyütülüp çerçevelenmiş resminin yanına koydu. Şaşı gözleriyle arada sırada bu tarafa bakıp iç geçirirdi; ama resme mi, yoksa bana mı baktığını çıkaramazdım. Gülizar'ın beni astığı yer bayağı yüksekti. Çocuklar filan öyle sandalyeye çıkmakla mümkünü yok yetişemezlerdi. Gel gelelim, çocuk merakının önünde durmak kolay değil. Bir gün Pakize'nin ortancası Bilal sandalyeyi masanın üstüne koymayı akıl edince bana ulaşmış oldu. Durumu uzaktan uzağa gözleyen Pakize de Gülizar'a hıncından görmeyiverdi Bilal'i. Bilal, koluna taktığı gibi Sütçü Deresi'ne götürdü beni. Çelik çomak oynayan arkadaşlarına hava atmanın tam sırasıydı. Kılıfı sıyırdı, fırlattı. Antenimi sonuna kadar çekti. Kulağımı büktü. Orta dalga, uzun dalga dolaştı da dolaştı. Sonra sıkıldı, kalktı, oyuna daldı. İki saat sonra eve dönmeye karar verdi. Beni tozun toprağın arasından alıp kuvvetlice bir üfledi, sonra miskin adımlarla eve yöneldi. Bizimki çelik çomak oynayadursun, evde millet birbirini yemiş. "Gitti Seyit'imin emaneti… Söyle hırsız Pakize sen mi çaldın?" "Pakize'de çıt yok; ama içten içe bayram ediyor." Tam o sırada içeriye Bilal girdi. Azıcık suçluluk hissetmiş olacak ki beni yengesine uzattı. Gülizar da kaptığı gibi söylene söylene odasına geçti. İçi hınçla doluydu Gülizar'ın. Hep o Pakize'nin kafasından çıkmıştı bu hainlikler. Çocuk Filipis'i alıp kaçıracak, bilmem nerelerde bozup getirecek, ondan sonra da, ne yapalım, Bilal daha çocuk, merak etmiş de alıvermiş, olacak. "Bir daha yüzünü bile göstermem!" dedi içinden. Şöyle evirdi, çevirdi, inceledi beni. Çalıştırdı, baktı. "Eh, çalışıyor!.." Sütçü Deresi'nde sağım solum biraz tozlanmıştı. Tozlanmaz olaydım. Şaşı Gülizar tuttu beni mutfağa götürdü. Tozlanan girintilerimi, anten boşluğumu, ayar düğmelerimin oluklarını sabunlu bezle ovalaya ovalaya sildi. Keşke o kadarla kalsaydı… Kalmadı… Suyun altına tutup bir güzel duruladı. İçim, dışım, bobinlerim, su doldu. Sonra bir bebek gibi kuruladı beni Gülizar. Kuruladı, ama nafile… Herkesten gizlemeyi düşünüyordu beni. Önce Sakal-ı Şerif gibi kırk kat bez içine saklamayı düşündü. Neden sonra vazgeçti. Öyle ya, böyle yapsa eninde sonunda birinin dikkatini çekerdi. Odanın sağında, solunda, camında, duvarında gezdirdi gözlerini. "Filipis'i nereye saklasam?" Bu soru içini kemiriyordu. Gülizar'ın şaşı gözleri nihayet duvarın en yüksek yerinde yıllardır asılı duran Mushaf'a takıldı. "İşte!.." dedi Gülizar, "Filipis'i buraya koyacağım. Burada kimsecikler bulamaz Filipis'imi. Kalkıp alacaklar da buradan, Kur'ân okuyacaklar da, Filipis'imi görecekler de… Uzun hikaye..." Aşağı yukarı benim büyüklüğümdeydi Mushaf. Kalktı, Mushaf'ı çıkardı yerinden Gülizar. Kandilin yanına koydu. Yıllar sonra gün yüzü görmüştü Mushaf. Sonra beni aldı, hüzünlü bir öpücük kondurup yüzüme Mushaf kılıfına yerleştirdi. Sandalyeye çıkıp çiviye astı. Deli Seyit iki yaz gelmedi Alamanya'dan. Üçüncü yıl kırmızı renkli dizel Mercedes'iyle geldi köye. Arabanın üstünde kocaman bir kutu sarılıydı. İçinden bembeyaz köpükler içinde Gurundig çıktı. Her akşam çoluk çocuk geçip karşısına Gurundig'e baktılar. Ondan sonra da Filipis'i soran eden olmadı. Soran eden olmadı ama hürmette de kusur etmediler hani bana. O günden beri dört ev değiştirdiler Gülizarlar. Dört taşınmada da abdestli bir adam taşıdı beni. Yeni evlerin en güzel yerlerinde yüksekçe bir yere asıldım. Arada tartışacak olsalar parmaklarıyla beni gösterip "Aha bunun üzerine yemin olsun ki…" dediler. Bana doğru ayaklarını uzatıp yatmadılar, vesselâm. Bu kılıfa girdiğim on beş yıl içinde bir gün olsun ellerini uzatıp almadılar beni. Uzatsalardı, beni; yani dünyanın en kutsal radyosunu göreceklerdi. Zekeriyya KANTAŞ Yağmur Edebiyat Dergisi'nden ALINTIDIR.
Cevap: FİLİPİS Paylaşım için teşekkürler Cem Grundig'i görünce Gülizar'da unutmuş Filipis'i Ayrıca Filipisin hikayesinin içinde çok önemli bir hikaye daha var 4 ev değişip abdesli kişilerce taşınmasına karşısında ayak uzatılmamasına rağmen hiç kimse bir kere olsun eline alıp ta okuma zahmetinde bulunmaması öyle tahmin ediyorumki günümüzde de bir çok evde durum aynıdır
Cevap: FİLİPİS Ben teşekkür ederim,sevgili Hasan ,dikkat çektiğin konudada çok haklısın,başta kendi nefsim olmak üzere toplumumuzun bir zaafı bu.
Cevap: FİLİPİS Paylaşımın için teşekkürler Cem Çok keyifli bir hikaye Keyifli olduğu kadar ders çıkarılacak pek çok konusuda var içinde gizliden gizliye. Deli Seyit meli Seyit ama gidince gavur ellerine görmüş gerçeği.......
Cevap: FİLİPİS Sevgili Sn.Cem kardeşim,eski amatör telsizci olarak hala o Filipis radyoların hastasıyım.Özellikle kısa dalgaları çoğunun mükemmeldi.Recever (sadece dinleme yapılan alıcı) olarak çok kullandık zamanında. Yazı çok girift,birbirinin içine girmiş iyi veya boş yönlerimizi çok güzel anlatmış.Eline ve emeğine sağlık kardeşim.Teşekkürler.