Yahya Efendi İstanbul’da yetişen büyük velîlerden. İsmi Yahyâ, nisbeti Beşiktâşî’dir. Aslen Amasyalı olup Şamlı Ömer Efendinin oğludur. Yahyâ Efendi, İbn-i Ömer el-Arabî, Yahyâ bin Ömer Beşiktâşî ve Molla Şeyhzâde gibi isimlerle de tanınıp meşhûr olmuştur. 1494 (H.900) senesi Trabzon’da doğdu. 1569 (H.977) senesinde İstanbul’da vefât etti. Kabr-i şerîfi, Beşiktaş ile Ortaköy arasında yaptırdığı ve kendi adıyla anılan câminin yanında olup, ziyâret mahallidir. Babası Şamlı Ömer Efendi uzun müddet Trabzon’da kâdılık yaptı. Yahyâ Efendi orada dünyâya geldi. Kânûnî Sultan Süleymân da Trabzon’da aynı sene aynı haftada doğdu. Kânûnî ile süt kardeşi oldular. Kânûnî dünyâya geldiğinde, annesi Âişe Hafsa Sultanın sütü kesilmişti. Bunun üzerine Kânûnî’yi Yahyâ Efendinin annesi emzirdi. Güzel bir hikayedir Kanuni Sultan Süleyman, en yüksek duruma getirmiş olduğu devletin akıbetini hayâl eder, günün birinde “Osmanoğulları da inişe geçer çökmeye yüz tutar mı?” diye derin derin düşünmeye başlar... Bu gibi soruları çoğu zaman süt kardeşi meşhur âlim Yahyâ Efendi’ye sorduğundan bunu da sormaya niyet eder. Güzel bir hatla yazdığı mektubu keşfine inandığı Yahyâ Efendi’ye gönderir... “Sen ilahî sırlara vâkıfsın. Kerem eyle de bizi aydınlat. Bir devlet hangi halde çöker? Osmanoğulları’nın âkıbeti nasıl olur? Bir gün olur da izmihlâle uğrar mı?” şeklinde mektubunu gönderir. Güzel bir hatla yazılmış mektubu okuyan Yahyâ Efendi’nin cevabı bir bakıma çok kısa, bir bakıma içinden çıkılmaz bir hâl alır: “Neme lâzım be Sultânım!” Topkapı Sarayı’nda bu cevabı hayretle okuyan Sultân, bir mânâ veremez. Yahyâ Efendi gibi bir zâtın böylesine basit bir cevapla işi geçiştireceğini pek düşünmez. Söylenmeye başlar: “Acaba bilmediğimiz bir mânâ mı vardır bu cevapta?” Nihayet kalkar, Yahyâ Efendi’nin Beşiktaş’taki dergâhına gelir. Sitem dolu sorusunu tekrar sorar: “Ağabey ne olur mektubuma cevap ver. Bizi geçiştirme, soruyu ciddiye al!” “Sultânım sizin sorunuzu ciddiye almamak kâbil mi? Ben sorunuzun üzerine iyice düşündüm ve kanaatimi de açıkça arz ettim.” “İyi ama bu cevaptan bir şey anlamadım. Sadece “neme lâzım be Sultânım!” demişsiniz. Sanki “Beni böyle işlere karıştırma” der gibi bir anlam çıkarıyorum.” “Sultânım! Bir devlette zulüm yayılsa, haksızlık şâyi olsa, işitenler de “neme lâzım” deyip uzaklaşsalar, sonra koyunları kurtlar değil de çobanlar yese, bilenler bunu söylemeyip sussa. Fakirlerin, muhtaçların, yoksulların, kimsesizlerin, feryâdı göklere çıksa da bunu da taşlardan başkası işitmese, işte o zaman devletin sonu görünür. Böyle durumlardan sonra devletin hazinesi boşalır, halkın itimâd ve hürmeti sarsılır. Asayişe itaat hissi gider, halkta hürmet duygusu yok olur. Çöküş ve izmihlâl de böylece mukadder hâle gelir...” Bunları dinlerken ağlamaya başlayan koca sultan, söyleneni başını sallayarak tasdîk eder, sonra da kendisini böyle ikaz eden bir âlime memleketinin sahip olduğu için Allah’a şükreder. Yahya Efendi'ye ise bu tür tenbihlerini mutlaka söylemesi gerektiğini anlatır. İlgili mektup, Topkapı Sarayı'nda sergilenmektedir.
Cevap: Yahya efendi (Neme lâzım be Sultânım) Osmanlı döneminde çok övülen ahlak, değil Kanuni zamanı daha önceleri de söylenenler gibi değildi. Çandarlı Halil Paşayı Bizans'tan palamut balıkları içinde altın rüşvet alıp kuşatmayı uzattı bahanesi ile fetihin ikinci günü sabahı öldürttü. Bu Osmanlı döneminin ilk sadrazam katlidir. Ve o günden sonra saraya tek Türk girememiştir. Tüm kubbe devşirmelerdendi. Kanuni Bağdat'ı feth ettikten sonra Fuzuli'ye 9 akçe maaş bağlatmış, ama tek kuruş alamayınca meşhur şikayetnamesini yazmış. Selâm verdim rüşvet değildir deyü almadılar. Selam verdim, rüşvet değildir diye almadılar. Hüküm gösterdim, faydasızdır diye iltifat etmediler. Gerçi görünürde itaat eder gibi davrandılar Ama bütün sorduklarıma hal diliyle karşılık verdiler. Dedim: - Ey arkadaşlar, bu ne yanlış iştir, bu ne yüz asıklığıdır? Dediler: - Bizim adetimiz böyledir. Dedim: - Benim riayetimi gerekli görmüşler ve bana tekaüt beratı vermişler ki ondan her zaman pay alam ve padişaha gönül rahatlığı ile dua kılam. Dediler: - Ey zavallı! Sana zulüm etmişler ve gidip gelme sermayesi vermişler ki, daima faydasız mücadele edesin ve uğursuz yüzler görüp sert sözler işitesin. Dedim: - Beratımın gereği niçin yerine gelmez? Dediler: - Zevaittir, husulü mümkün olmaz. Dedim: - Böyle evkaf zevaidsiz olur mu? Dediler: - Asitanenin masraflarından artarsa bizden kalır mı? Dedim: - Vakıf malın dilediği gibi kullanmak vebaldir. Dediler: - Akçamız ile satın almışız, bize helaldir. Dedim: - Hesaba alsalar bu tuttuğunuz yolun fesadı bulunur. Dediler: - Bu hesap, kıyamette sorulur. Dedim: - Dünyada dahi hesap olur, haberin işitmişiz. Dediler: - Ondan dahi korkumuz yoktur, katipleri razı etmişiz. Gördüm ki sualime cevaptan başka nesne vermezler ve bu berat ile hacetim kılmağın reva görmezler, çaresiz mücadeleyi terk ettim ve mey'us ü mahrum guşe-i uzletime çekildim.
Cevap: Yahya efendi (Neme lâzım be Sultânım) Bülent bey , Osmanlı tarihi sayfalarındaki tarihi belgeler arşivlenmiştir. Sizin yazdığınız konuyu hiçbir yerde göremedim. Bana kaynak gösterirmisiniz. "Çandarlı Halil Paşayı Bizans'tan palamut balıkları içinde altın rüşvet" almış saçmalığına siz inanıyormusunuz. Palamut akını ne zaman başlar ! Daha doğrusu palamut balığı inişi hangi mevsimdir. Çandarlı Halil Paşa eğer 27 Mayıs'da öldürülmüş olsaydı , palamut balığının 560 yıl önce Mayıs ayından itibaren Akdenize göç etmesi söz konusu olurdu. Bilimsel gerçek şu ki : Denizlerimizdeki tuzluluk oranı ve sıcaklık değerleri 25.000 yıldır değişmiyor. O zaman palamut balığı Mayıs ayında tutulması ve içine altın konması mümkün değildir. Kurutulmuş veya tuzlanmış olabilir diyebilirsiniz. Kurutulmuş veya tuzlanmış palamut balığının tarihçesini araştırdım. 1790 senesinde ilk tütsülenmiş uskumru balığı vardır.