Her Telden Türk Sineması' nda şiddet işkence

'HER TELDEN' forumunda İsmail ESENCAN tarafından 18 Aralık 2012 tarihinde açılan konu

  1. İsmail ESENCAN

    İsmail ESENCAN Admin Admin

    Katılım:
    19 Eylül 2008
    Mesaj:
    11,450
    Alınan Beğeniler:
    10,056
    Ödül Puanları:
    5,113
    Şehir:
    İzmir
    Web Sitesi:
    TÜRK SİNEMASINDA ŞİDDET İŞKENCE

    Yıllardır tartışıla gelen bir konudur sinema ve televizyonda şiddet. Ama sadece tartışılan bir konu, bir karar veya bir çözüm üretilen bir konu değil. Amiyane tabiri ile havanda su dövülen bir konu. Olmalı mı? Olmamalı mı? Az Olsun mu? Hiç Olmasın mı? Ne kadarı zarar ne kadarı karar ?.....sorular sorular sorular. Cevabı olmayan sorular. Akademisyeni, eleştirmeni, otoritesi, yazarı, yönetmeni,... yıllardır tartışa tartışa bir çözüm bir görüş birliği oluşturamadılar beyazperde veya ekranda şiddet konusu için. Kimi zaman tartışmalar hararetlendi kendisi şiddete döndü tartışmaların. Şiddeti tartışanlar şiddet uyguladılar muhataplarına amaçsızca. Şiddeti eleştirenler bizzat şiddetin kendisi olabildiler, şiddeti savunanlar bizzat şiddetin muhatabı olabildiler bir anlığına.

    Şiddet herkes için ve tüm tarih sürecinde daima vardı ve neyazık ki insanlık tarihi boyuncada varlığını devam ettirecek. Şiddeti ne sinema varetti nede televizyon yaygınlaştırdı. İnsanlık tarihi resmi olarak bir nebze gayri resmi tarih içinse tamamı ile şiddetle bezenmiştir. İlk şiddet Hz. Adem’in oğlunun işlediği cinayete dayanır dini inançlarda. Bilimse olaya dair yorumsuz ama kronolojik olarak kabul etme eğilimindedir. Çünkü insan doğasında olan bir olgudur şiddet ve insan doğasında olan şiddet doğal olarak insanlık tarihi kadarda eskidir. Tarihte vardı şiddet ve yine şiddetle yazılacak tarih, sokaklarda vardı şiddet ve yine olacak, anılarda vardı şiddet ki devamı muhtemel, kimi zaman mağdur kimi zaman zanlı ama hayatın bir parçasıydı daima şiddet.

    Niyetimiz burda şiddeti savunmak değil, onunda hayatın, insanın bir parçası olduğunu göstermek sadece. Sevgi kadar nefretinde, aşk kadar kininde, güneş kadar fırtınanında, barış kadar savaşında var olduğunu belirtmek. Bu noktadan hareketlede misyonu hayatı yansıtmak olan sinemanın şiddet öğesini de yansıtmasının gayet normal bir olgu olduğunu vurgulamak istiyorum. Savaş filmleri olacak savaşlar varolduğu sürece, aşk filmleri olacak aşklar varolduğu sürece, bilimkurgu olacak insanlar merak ettiği, kurguladığı sürece,... ve filmlerde şiddet öğesi varolacak yaşamımızda şiddet olduğu sürece. Çünkü sinema bir aynadır insanı yansıtan, ne varsa hayatımızda odur aynadan yansıyan.

    Sorun aslında şiddetin varlığından ziyade şiddetin veriliş biçiminde. Yapımlarda şiddet özendirici bir misyon üstlenmemeli. Şiddet kahramanlıkla özdeşleştirilmemeli, en son çıkar yolun şiddet olduğu ve onunda beraberinde sayısız olumsuzluğu barındırdığı gizli mesajlarla aktarılmalı izleyiciye. Filmlerde iyi karakterler şiddete magruz kalınca üzüldüğü kadar kötü adamlar şiddete mağruz kalıncada üzülmeli insanlar. Şiddet var olmalı filmlerde ama olumsuz bir vurgu ile aktarılmalı izleyiciye. Üzücü olan şiddetin kendisi olmalı, uygulandığı kişiye göre olumlu veya olumsuz bir özellik almamalı.

    Ayrıca televizyon ve sinemadan etkilenip şiddet uygulayan bir kuşağın varlığından bahsediliyor uzun bir süredir. Ama asıl sorun burda sinema ve televizyon kanallarında mı yoksa ilgili yapımlardan etkilinebilecek kadar boş yetişen kuşaklarda mı? Asıl irdelenmesi gereken toplumsal cinnet durumu ve sebepleri mi olmalı acaba. ‘İnsanlar neden rol modellerini medyanın sanal kahramanlarından seçerler’ tartışılması gereken cümle bu olmalı zannımca. Aslında tüm sorunların dayandığı nokta ile benzerlik teşkil ediyor bu sorunda, yani eğitim eksikliği sonucunda bilinçsiz yetişen kuşaklar.

    Kendine has karakteri olmayan insanlar özenti bir kişilik sergilemeye mahkumdur. Genç kuşaklar da bu özenti ihtiyacını en yakın iletişim aracı olan sinema ve televizyon vasıtası ile karşılıyorlar. Siz televizyon ve sinemayı sansürleseniz bile bu insanlar iyi eğitilmediği sürece kendilerine başka bir yerdende olsa olumsuz bir rol modeli bulacaklardır. Çözüm yasaklamak değil bilinçlendirmekten geçiyor, hem izleyicileri hem yapımcıları bilinçlendirmekten geçiyor.

    Amerikada da Avrupada da şiddet kendine yer bulmuştur sinema ve televizyon yapımlarında ama asla bizdeki veya gelişmemiş ülkelerdeki kadar sorun teşkil etmemiştir. Çünkü eğitilmiş bir nesil rol modelini sinema veya televizyondan belirlemez, eğitilmiş insan kendi şahsına münhasır kişiliğini oluşturur. Daha açık bir tabir ile sokaklar Polat Alemdarlar, Deli Yürekler,...vb ile dolmazdı eğer genç kuşaklar daha iyi yetiştirilseydi. Tabi burda tüm suç iyi yetiştirilmemiş özenti kuşaklarda değil, yukarıda da belirttiğim gibi şiddetin veriliş biçimi de çok önemli. Şiddet bir kahramanlık öğesi olarak verilmemeli. Şiddet hayatta olduğu gibi sinema ve televizyonda da var olmalı ama hayatta olduğu gibi daima olumsuz olarak lanse edilmeli.

    Sürekli görünülen tartışılan yapıtlar üzerine gidilirken bazı gerçeklerde gözardı ediliyor. İnsan karakterinin büyük bir oranla 0-5 yaş arasında şekillendiği söylenir ve bu yaş düzeyine hitap eden kitle iletişim ürünü ise çizgi filmlerdir. Hani hepimizin şirin sıcak neşeli olarak algıladığı veya öyle olması gereken çizgi filmler. Ama hiç dikkat ettiniz mi Tom ve Jerry’de uygulanan şiddete, kurtla köpek, kunduz ile kuş, tavşan bugs bunny ile avcı, .... vb yapımlarda uygulanan şiddete. Bunlar bir de en masum olarak gördüklerimiz örnekler. Herkesin hemfikir olduğu pokemonlar gibi yapımları zaten hiç irdelemeye gerek görmüyorum. Hiç bir sinema filminde olamayacak şiddet öğeleri ile donatılmış çizgi filmler. Kafalar kopuyor, kollar parçalanıyor, bedenler yanıyor, yüksek uçurumlardan düşülüyor, ağırlıklar altında eziliniyor,... ve daha neler neler. Ama çizgi kahramanlara hiç birşey olmuyor, tüm hasarlar anında düzeliyor, ama insan öyle değil hasarlar anında düzelmiyor ve ne yazıkki çocuklar bunun farkında olamayabiliyorlar. Ama şunuda belirtmek lazım ki katiller bebeklerden yaratılayor. Onların yetişkinlerden daha savunmasız olduğunu gerçeği de yadsınmamalı.

    İnsana dair herşey ve insan için herşey sinemada olmalıdır. İnsana dair bir kavram olan şiddet sinema var olmalıdır, ama insan için olumsuzlukları ile negatif bir suje olarak lanse edilmelidir.

    Kronolojik olarak ise Türk sinemasında şiddetin ilk yansımalarına 40'lı yıllardaki köy filmlerinde rastlamaktadır.

    Giderek bir "şiddet toplumu" olma yolunda izlediğimiz herkesin yaşantısı içerisinde fark ettiği bir realite olarak karşımıza çıkmaktadır. Toplumsal bir cinnet tüm yapılanmalarımız içerisinde karşımıza çıkmaktadır. Futbol karşılaşmalarında, aile içi ilişkilerde, TV programlarında, siyasal yaşamda, açık oturumlarda ve her yerde, herkese dair bir şiddet toplumumuzu sarıp sarmalamış bir durumda.

    Tüm hayatımızı sarıp sarmalayan bu şiddet öğesinin sinemada ki yeri sürekli bir tartışma konusu olmuştur. Sinema hayatı yansıtan bir ayna olduğuna göre şiddetin de burda yer alması gayet normal diyenlerin yanında, sinemada gösterilen her görüntünün bir yönlendirmesinin olduğu ve bu görüntülerin bu kıstas baz alınarak mevcut bir sosyal sorumluluk bağlamında oluşturulması gerektiğini savunanlar vardır.

    Türk sinemasında ki işkenceye yönelik ilk şiddet eğilimlerine gelince, 1945 yılında Refik Kemal Arduman'la Mümtaz Ener'in yönettiği "Köroğlu" filmi, konumuzun başlangıcını oluşturabilir. Bir destan özelliği taşıyan "Köroğlu"nun temel öyküsündeki çıkış noktası bu eğilime açıktır. Ağır bir işkence sonucu Ali'nin (Köroğlu) babası Deli Yusuf'un gözlerine mil çekilir Bolu Beyi'nin cellatları tarafından. Bu bilinen efsane sinema salonlarımıza Türk sinemasındaki ilk işkence sahnesi olarak geçmiştir.

    1949 yılında Lütfi Ö. Akad'ın Halide Edip uyarlaması "Vurun *****ye" adlı ünlü filmi, linç olayına dönüşen, dehşet verici bir işkence sahnesini sergiler. Kurtuluş Savaşı sırasında devrim karşıtı yobazlar, Aliye öğretmeni yerlerde sürükleyerek, taşlayarak öldürürler. Yalnız burda dikkat edilmesi gereken ilk örnekte de diğer örnektede olan öncesinde var olan bazı efsane veya romanların aktardıkları gerçekliklerin sinema perdesinde yer bulmuş olmasıdır. Yani hayatımızda öncesinde zaten var olan bir gerçek olumsuz bir kurgu içerisinde izleyiciye aktarılmıştır.

    Taşlı işkence olayının bir başka örneğini 1968 yılında Metin Erksan'ın bir filminde görürüz. Erksan'ın sinemasında şiddet genellikle varlığını korumuş bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Ve bu şiddet olgusu "tutku"ya dayalıdır. "Kuyu", bu açıdan Erksan'ın en tipik filmlerinden biridir. Köylü Hasan (Hayati Hamzaoğlu), gönlünü kaptırdığı Fatma'yı (Nil Göncü) birbiri ardına üç kez kaçırır. Burda ele alınan bu kaçırmaların zorla, kaba kuvvet kullanarak gerçekleşmiş olmasındadır. Dağda, nehirde bir köpek gibi sürükleyerek, ağaçlara bağlayarak gerçekleşen bir kaçırmadır. Bu tek taraflı kara sevda klinik bir sonla noktalanır. Hasan bir kuyuya indiğinde Fatma, koca koca taşları kafasına indirir. Bu bir "işkence ödeşmesi"dir köylü Fatma'nın.

    Türk sineması bazı noktalarda Dünya sineması tarihinde bile kolay kolay görülmesi mümkün olmayan sahnelerle karşımıza çıkmıştır. 1970'te çekilen Yılmaz Güney'li "Canlı Hedef" adlı filmin bir sahnesinde Asım Mavzer adlı kabadayıyı oynayan Yılmaz Güney, sorguladığı çete reisinin metresi Melek Görgün'e uyguladığı işkence, kriminoloji tarihine geçebilecek kadar caniyanedir. Güney, Görgün'ün cinsel organına canlı bir yılanı sokarak sorgulamasını sürdürür.

    Türk sinemasında ki şiddet ve işkence sahneleri, elbette bu filmlerle sınırlı değildir. Ancak 1945-68 yılları arasında çekilen filmlere baktığımızda, diğerleriyle birçok açıdan ayrıcalıklar taşıdığını görürüz. Özellikle de ele alınan öykülerin örgüsüyle bağlantılı bir gerilim içermesine ve temel konularıyla örtüşmesine karşılık şiddeti sorgulamazlar. Yalnızca yüzyıllardan beri sürüp gelen ve nedenleri ne olursa olsun "işkence ayıbı"nın dehşetini gözler önüne sermekle yetinirler.

    Şiddet ve işkence, polisiye, tarihsel ve yerli western filmlerinde seyircinin dikkatini uzun süre ayakta tutabilme amacına yönelik yapay gerilim sahnelerinden oluşmaktadır. Aşağı yukarı bu tür işkence görüntüleri birbirinin benzeri ve tekrarıdır. Örneğin tarihi kahramanlık filmlerinde Cüneyt Arkın’ın Bizans zindanlarında elleri ayakları zincirlerle bağlanmış işkence sahnelerine çok rastlanır. Birçok fimdede benzer sahnelere rastlanmaktadır. Görüntüde değişen yalnızca elleri ayakları iple ya da zincirle bağlanıp tavana askıya alınmış oyunculardır. Bu oyuncu, bir başka filmde Sevda Ferdağ da olabilir... Elleri bağlanmış kadın veya erkek gibi sahneler, işkencenin ardından "cinsel taciz görüntüleri"ne dönüşedebilir.
    İnsanın insana yaptığı bu işkencelerin ya da işkence sonucu ölüm olaylarının sinemadaki boyutları ne kadar caniyane ve dehşet verici olsa da sansür engeline takılmaz. Yeter ki suya sabuna dokunulmasın, yani şiddet ve işkence siyasallaştırılmasın. Devlet kurumları ve bu egemen ideolojinin hizmetinde olanlar yeter ki sorgulanıp eleştirilmesin. Tersi oluştuğunda bağımsız ve işkence olgusunu sorgulayıcı tavırla ele alan filmlere geçit yoktur. Varolan dolaylı ya da dolaysız biçimde işlevini sürdüren yasaklardır. Yasak tek taraflı olmuştur yoğunlukla bu tarafta siyasi egemenliğin söylemine dair oluşmuştur. Şiddetin özendirici olarak yer alması iktidar için bir sorun teşkil etmemiştir, iktidarını devam ettirebildiği sürece.

    Cumhuriyet Türkiyesi’nin önemli bir dönemi olan 12 Eylül Dönemini yansıtmaktan çok siyasal nedenlerle hapiste yatmış devrimcilerin öyküleri üzerine kurulu çalışmalar konusunda Murat Belge "12 Eylül filmi henüz yapılmadı" der. Ali Özgentürk'e göre de 12 Eylül Filmleri gibi bir tanımlama "Sentetik bir bakış açısıdır".. Seksenli yıllarda böyle bir kodlamayla tanımlandığı için "12 Eylül Filmleri" diye sözetmek zorunda kaldığımız bu tür filmlerin büyük bir bölümünde işkencenin yer alması bizim konumuz dahilindedir. İşkence ne yazık ki Türk siyasi tarihininde önemli bir noktasında kendine yer bulmaktadır. Bu tarihi yansıtan filmlerde de işkencenin yer alması doğal bir sonuçtur.

    1986'da ilk örneğini gördüğümüz Şerif Gören'in "Sen Türkülerini Söyle" adlı filminde işkence vardır, ama bu eylemi net biçimde görebilme olasılığı yoktur. Üstü kapalı bir biçimde, duyumsatılarak verilir. 12 Eylül öncesi olaylara karışmış Hayri (Kadir İnanır), 7 yıl hapiste yattıktan sonra özgürlüğüne kavuştuğunda işkenceden geçirildiği eski günleri anımsar.

    Çığlıkları, feryatları ve gözleri bağlı görüntüsünü... Sık sık gelip gider gözlerinin önünden.
    Zeki Ökten'in “Ses” adlı filmide işkenceye dair önemli bir örnek oluşturur. 6 yıl hapiste yatan devrimci gencin işkence nedeniyle bir kolu sakat kalmıştır. Kim tarafından ve nasıl? Seyirci o işkence sahnesini görememektedir. Ama Ökten simgesel bir anlatımla, sürekli göndermeler yapar malum işkence sahnesine dair. Örneğin, sahil kenarında bir balıkçının ahtapotu taşlara çarpması gibi. İşkenceciler, belki de kolunu taşlara vura vura sakat bırakmışlardır. Genç devrinci, sesinden tanıyıp işkencecilerden birine benzettiği adamın ellerini ve gözlerini bağlar. Eski bir Rum kilisesinin avlusunda sorgular. Adam gerçekten işkenceci midir? Kuşkular netleşmez. Ama net olan birşey intikam duygusudur.

    1987'de Ümit Elçi, Çetin Altan'dan uyarladığı "Bir Avuç Gökyüzü"nde siyasal içerikli işkenceyi görüntülediyse de bu fotoğraf, yazık ki seyirciye ulaşamadı. Rüyadaki işkence sahnesi sansür kurulu tarafından kesilip budanmıştı. Aynı yıl Muammer Özer'in "Kara Sevdalı Bulut" adlı filmi de yasaklanır ve filmin negatiflerine işlem gördüğü stüdyodan polis baskısıyla el konulur.. İhbarı yapanlar da stüdyo sahipleridir. Kaldı ki 12 Eylül darbesinin ardından tutuklanan iki kadına yapılan işkenceyi bu filmde de göremeyiz. Olayı yalnızca kurbanlardan birini muayene eden doktorun "İşkence görmüş" deyişiyle öğreniriz, o kadar... Filmin bir sahnesinde ise bir devrimciye polislerin coplarla saldırdığı görülür.

    Memduh Ün, "Batan Kapılar Kapalıydı"da siyasal nedenlerle işkence görüp yılgınlık sürecine giren Nil'in (Aslı Altan) öyküsünü anlatır. Filmin bir sahnesinde genç kadın taşlar üzerinde diz çöktürülmüştür. Çırılçıplak ve gözleri bağlanmıştır. Kamera bu çıplaklığı Nil'in sırtından görüntüler. Ve anlarız ki o da işkence görmüştür.

    Yusuf Kurçenli'nin 1990'da Rıfat Ilgaz'dan uyarladığı "Karartma Geceleri" de siyasal içerikli bir film. Ama Kurçenli 80'li yılları değil, daha önceki bir dönemi, Rıfat Ilgaz'ın gerçek yaşamından bir bölümü anlatıyor. 1940'lı yılları... Yazdığı bir kitabı nedeniyle başı derde girip polisce aranan filmin kahramanı aydın öğretmen Mustafa Ural (Tarık Akan) kimdir? “Karartma Geceleri'nin kaçak öğretmeni Mustafa Ural benim. Bu roman ve bu film benim 1944 yılında 2 buçuk ay süreyle kaçışımın öyküsüdür" der Rıfat Ilgaz. Bu kaçışın sonucunda tutuklanır solcu öğretmen. Ve "kaçak solcular"ın korkulu rüyası ünlü Sansaryan Han'da işkenceden geçirilir. Sansürcüler yine devrededir. Ama bu kez işkence, çığlıklarla veya diyaloglarla geçiştirilerek değil de, öncekilerden daha farklı biçimiyle sergilenir "Karartma Geceleri"nde. İşkence eyleminin simgesi olan "göz bağı"yla sımsıkı kapatılmıştır "kurban"ın gözleri. Ve çırılçıplaktır. Çıplak bedenine kovalarla buz gibi soğuk sular dökülür.

    Kurçenli'nin işkenceyi, şiddet öğelerine fazla yaslanmadan soğuk bir duş sahnesiyle göstermesine karşılık, siyasal suçluların öykülerinde yine de bu sınırlar istenildiği gibi aşılamayacaktır. Sansür baskısı korkusuyla. İşte 1994'te Artun Yeres'in İnci Aral uyarlaması "Buluşma"da işkence varsayımı "Karartma Geceleri"nden önce çekilen diğer örneklerdeki gibi "laf"da kalacaktır. Oysa, siyasal bir çatışma sonucu ayağından vurulan devrimci genç (Aytaç Arman), geçtiği ağır işkenceden erkekliğini kaybederek çıkmıştır.

    1995-98 arası, siyasal içerikli ya da kahramanı "işkence kurbanı" olan tiplemeler pek yer almaz Türk sinemasında. Şiddet ve işkence olgusu suya sabuna dokunmayan, fincancı katırlarını ürkütmeyen konular içinde sürüp gidecektir. Sinan Çetin'in tümüyle cinsel şiddete dayalı, bol güzel kadınlı bir o kadar da uçuk-kaçık maço erkek tiplerinin doluştuğu "Bay E" adlı filminde ne işkencelere tanık olmayız ki? Hele, Cansu Akbel'in işkenceyle dilinin kesildiği sahne. "Bay E"de olduğu gibi bir "cani tipleri galerisi"ni oluşturan Umur Turagay'ın "Karışık Pizza"sında sandalyeye bağlı pizza dağıtıcısı gariban gence (Olgun Şimşek) yönelik işkence, film boyunca sürer. İrfan Tözüm'ün "Mum Kokulu Kadınlar"ında, Erden Kıral'ın "Avcı"sında ve Serdar Akar'ın "Gemide"sinde sergilenen şiddet türleri ise cinsellikle endekslidir.

    Mustafa Altıoklar'ın "Ağır Roman"ı, siyasal bir film olmamakla beraber, polis işkencesini ilk kez dolaysız biçimiyle göstermektedir. Dilinin çözülüp konuşması için Berber Ali'ye (Savaş Dinçel) uygulanan işkence önemli bir örnek teşkil eder Türk sinemasında işkence sahneleri için. Ama "işkenceci polis tipleri"nin en acımasız biçimiyle ve de film boyunca yer aldığı film, İsmail Güneş'ten geliyor. "İnsanlık ayıbı işkence"nin her türü yer almaktadır "Gülün Bittiği Yer"de. Erkeklik organına iliştirilen elektrik teli, tazyikli su, Filistin askısı, falakadan şişmiş ayaklarla tuz üzerinde yürütme gibi. Tüm bu işkence dehşet verici boyutlarıyla sürüp giderken, işkenceci polisler, birbirleriyle şakalaşacak ve kabak çekirdeği yiyecek kadar rahatlar... Kurbanları ise, ağır işkence sonucu erkekliğinin örselenmesi utancıyla sevgilisine dönemeyen bir genç (Tolga Tibet)... Uzadıkça uzayan tren bölümleri ve işkence sahnelerinin tekrarlarıyla oluşan bazı aksaklıklar bir yana bırakılırsa "şiddeti ve işkenceyi sorgulaması" açısından elbette ki cesur bir film sonuçta. Yıllarca vuran kıran karate yapan polis rollerinde izlediğimiz Cüneyt Arkın'ın, gözaltındaki oğlunu kaybeden bir savcıyı, acılı bir babayı oynaması da filmin ilginç yanı.

    "Gülün Bittiği Yer"i iyi ki Alan Parker gibi yabancı bir yönetmen çekmemiş. Yoksa "kıyamet" koparılırdı milliyetçi duygularla. "Yeni bir Geceyarısı Ekspresi" diyerek... Yine de işkenceyi "acıtıcı" bir tavırla bir Türk yönetmeninin sergilemesinden rahatsız olanlar yok değil.
    12 Eylül 1980 ihtitali sırasında bir ailenin yaşadıklarını konu alan ve Mehmet Ali Alabora ile Sibel Kekilli'nin başrol oynadığı 'Eve Dönüş' filmi günümüz sinemasında şiddet ve işkencenin en fazla yer aldığı yapıtlar arasında yer almaktadır. 12 Eylül Dönemi işkencelerini cesurca sergileyen bir filmdir. Lakin işkence burda kahraman eli ile meşrulaşmadığı için olumsuz bir özellikle lanse edilmekte ve şiddet özendirilmemektedir. Olması gerekende bu tarz bir sunumdur.

    Şiddet Türk sinemasında da toplumumuzda olduğu gibi yerini almaktadır. Burda tartışılması gereken şiddetin varlığı değil içeriğidir. Şiddet özendirici bir nitelikte aktarılıyorsa kesinlikle engellenmesi gereken bir unsurdur, ama şiddet gösterilirken kişide tam tersi bir etki uyandırıyorsa orda ki şiddetin varlığı olumsuz değil olumlu bir işleve hizmet etmektedir.
     
Yükleniyor...

Bu Sayfayı Paylaş